Trust if only it's enough...

23 Mar 2010

Homofobi bir hastalık mı?


Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladı. Homofobiye gelince...

HAKAN ATAMAN (Arşivi)

SS Nazi Lideri Heinrich Himmler, 1936’da, eşcinsellik ve kürtajla mücadele için Gestapo’nun merkez ofisini kurdu. Bunun sonucunda, eşcinsel oldukları için yaklaşık 100 bin erkek tutuklandı ve bu tutukluların neredeyse yarısı cezalandırıldı. Bazıları hayatlarını hapishanede tüketti, bazıları hapishaneye bir alternatif olarak zorla hadım edildi ve binlercesi Nazi toplama kamplarına gönderildi. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama kamplarında kullanılan ve toplama kamplarında tutulan kişileri sınıflandırmak amacı ile farklı semboller kullanılıyordu. Pembe üçgen eşcinseller içindi. Pembe üçgenli erkekler, gardiyanlar ve hapishanelerdeki diğer mahkûmlar tarafından sıklıkla ve özellikle şiddete maruz bırakıldılar. Bazı eşcinseller aynı zamanda tıbbi deneylerin ve onları birer heteroseksüele dönüştürmeye yönelik tasarlanan programların mağduru oldular. Tahminen yarıdan fazlası idam edildi ya da hastalık ve yetersiz beslenme nedeniyle öldü. Fakat Nazi toplama kamplarından kurtulanlar için eziyetler ve aşağılamalar sona ermedi. Onlar Nazi zulmünün mağdurları olarak tanınmadılar ve tazminat talepleri reddedildi. Ne yazık ki, aradan geçen süreye rağmen hiç kimse kamplardan sağ kurtulanların maruz kaldığı bu trajik ve utanç dolu muamele için özür dilemedi. Ne yazık ki önyargı, ayrımcılık ve ikiyüzlülük duvarı henüz kaybolmadı ve Avrupa çoğunlukla eşcinsel düşmanlarına mağdurlarından daha fazla hoşgörülü. Bunun somut bir örneği, geçtiğimiz günlerde Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüel (LGBTT) örgütlerinin, uzmanların, aydınların ve insan hakları savunucularının haklı tepkisini çeken, “eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir” sözleri oldu. Peki, gerçekten de öyle mi? Yani eşcinsellik bir hastalık mıdır? Tedavi mi edilmeli?

Dünya Sağlık Örgütü
Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, bir hastalık ya da duygusal bir problem değildir. Cinsel yönelim ya da toplumsal cinsiyet kimliği geçmişte önyargılar nedeniyle bilim çevreleri de dahil olmak üzere bir kimlik bozukluğu, hastalık, sapıklık gibi olumsuz ifadelerle tanımlandı. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladı. Önce 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin DSM’de (Hastalıkların ve Sağlıkla İlgili Sorunların Uluslararası İstatistiksel Sınıflaması) sıralanan hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu (yüzde 58) tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006’da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren WHO üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Bu vesileyle 17 Mayıs tarihi, LGBTT bireyler tarafından “Uluslararası Homofobi Karşıtı Gün” olarak tahsis edildi ve bu tarihte değişik etkinliklerle ele alınıyor. Bununla birlikte günümüzde dahi halk, politikacılar arasında ve bilim çevrelerinde cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği tartışılıyor. Ancak bilimsel olarak bakıldığında eşcinselliği benimsemiş ve bu kimliği ile barışık olan grupta ruhsal sorunların ya da bir kimlik bozukluğunun olduğunu bildiren bir veriye rastlanmıyor. 1990’da Amerikan Psikoloji Derneği, değiştirme terapisinin işe yararlılığı konusunda hiçbir bilimsel bulgunun olmadığını ve yarardan çok zarar verdiğini belirtti. 1997’de Amerikan Psikoloji Derneği’nin Temsilciler Konseyi, homofobik uygulamaların karşısında olduğunu belirten bir karar aldı.
Özel olarak ayrı ayrı kavramlar ifade edilse de, LGBTT bireylere yönelik hoşlanmama veya nefret etme sonucunda ortaya çıkan ayrımcılığa biz homofobi diyoruz. O halde yazımızın başında sorduğumuz soruyu tersinden sorabiliriz. Eşcinsellik değilse, homofobi bir hastalık mıdır? Bu soruya tamamen evet ya da tamamen hayır demek şimdilik biraz zor görünüyor. Walden Üniversitesi’nden Dr. Elaine C. Spaulding’e göre, sosyo-kültürel fenomenler tarafından organize edilen cinsiyetçilik, ırkçılıktan farklı bir şekilde homofobi psikolojik bir durum olarak görülebilir. John Hopkins Üniversitesi’nden Dr. Mary H. Guindon ise daha ileri giderek, kişisel özelliklerin homofobi, ırkçılık ve cinsiyetçilik yoluyla diğerleri üzerinde adaletsizce, acı veren ve hoşgörüsüz davranışlarda bulunmak için bir etken olduğunu ve bu nedenle bu tür davranışların bir hastalık, psikolojik bir problem olarak görülmesi gerektiği görüşünde. Öte yandan Arkansas Üniversitesi Psikoloji bölümünden profesör Jeffrey M. Lohr, homofobinin psikopatolojik bir problem olmaktan çok sosyal ve moral bir problem olduğu görüşünde. Bu görüş, Hıristiyan lobisinden Suzanne Chamberlin gibi yazarlar ve Norman Dean Radican gibi uzmanlar tarafından da paylaşılıyor. Homofobinin bir hastalık olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, o ya da bu şekilde bir problem olduğu tüm uzmanların ortak görüşü. Uluslararası insan hakları mekanizmalarının verdiği kararlar doğrultusunda hareket ettiğimizde ise, homofobinin aynı zamanda bir insan hakları sorunu olduğu çok açık. Günümüzde homofobik tutum ve davranışların neden olduğu ayrımcılık ve nefret suçları, beraberinde insan haklarını yaratan bütün değerlerin altını oyuyor ve içini boşaltıyor.
Sonuç olarak, başta politik liderler olmak üzere, dini liderler de dâhil olmak üzere toplumdaki kanaat önderlerinin ve diğer tüm etkin konumdaki kişilerin öncelikle söylemlerinden özel olarak homofobiyi ve genel olarak ayrımcılığı arındırması gerekiyor. Son olayda ise Kavaf’ın özrünü insan hakları savunucuları olarak merakla ve inatla bekliyoruz.

HAKAN ATAMAN: İnsan hakları savunucusu

11 Şub 2010

Bir bu EKSİKti(!) Dünyanın tek sorununun ve de sorusunun bugün kıçımı ne ile silsem ki olduğu günler diliyorum. Diliyor muyum?

İngiltere’de lüks mallar satan süpermarket zinciri Waitrose, hayli pahalı bir ürün olan kaşmir ekleyerek ürettiği tuvalet kâğıdıyla, müşterilerine ‘en hassas tuvalet deneyimi yaşama’ imkânını sunuyor. Keşmir keçisinin yününden elde edilen kaşmir, genellikle pahalı süveterler, çoraplar ve atkılarda kullanılırdı, şimdi ilk kez tuvalet kâğıdına da hammadde oldu. Kaşmirli tuvalet kâğıtlarının dörtlü paketi 2.29 sterline (5.5 TL) satılıyor.

9 Şub 2010

T.C. A.Ş.

Pek bir manidar olmuş... paylaşmasam çatlardım! Siz de çatlamayın da içinizden geçeni çemkirin :O ( Radikal.com.tr'den alınmıştır.)

Şirket, kârını yükseltmek için maliyetlerini, en başta da “işgücü maliyeti”ni sürekli olarak düşürmenin peşindedir. Demek ki, Başbakan'ın “özel sektör mantığı” ile çalışan devleti de sermayeye hizmet edenler dışındaki her harcamayı “maliyet” olarak görüyor.

SUNGUR SAVRAN (
Arşivi)
Başbakan Tayyip Erdoğan’a artık Türkiye Cumhuriyeti’nin genel müdürü ya da moda deyimle CEO’su olarak bakabiliriz. Çünkü Tekel işçileriyle polemiklerinden birinde şöyle konuştu: “Biz bu devleti adeta bir özel sektör mantığı ile çalıştıracağız.” İşte size Türkiye hakim sınıflarının 1980’li yıllardan beri izlediği ekonomi politikalarının yeni ve çok isabetli bir tanımı: Devleti şirket gibi yönetmek! Bir hatırlayalım, şirketlerin yönetimi hangi mantığa tabidir. Şirketler, sermayelerini en yüksek oranda ve en hızlı biçimde biriktirebilmek ve büyütebilmek için en yüksek düzeyde kâr elde etmek amacıyla çalışırlar. Başka bir amaçları yoktur! Devletin şirket mantığıyla yönetilmesi demek, devletin de kârın mümkün olan en üst düzeye çıkmasını ve sermaye birikiminin en olumlu tarzda gelişmesini tek amaç olarak benimsemesi demektir. Bir ülkede bunu gerçekleştirmek isteyen devlet, sermayeye mecburen hiçbir kaygı ve düşünce ile kısıtlanmamış tarzda hizmet edecektir. Yani Tayyip Erdoğan, bu sözüyle, Marksistlerin ısrarla söylediklerini en uç biçimi içinde itiraf ediyor. Marx, Komünist Manifesto’da, “devlet iktidarı, burjuvazinin ortak işlerini yürütmek için bir komiteden ibarettir” der. “Özel sektör mantığı” ile çalışmayı hedefleyen bir devlet bundan başka bir şey olamaz.Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetinin yıllardır neden işçi sınıfının bütün haklarına saldırdığını, neden Türkiye’nin en hızlı ve en kapsamlı özelleştirmesini yapan hükümeti olduğunu, neden her alanı sermayenin çıkarlarına göre düzenlediğini anlamak kolaylaşıyor. Şirket, kârını yükseltmek için maliyetlerini, en başta da “işgücü maliyeti”ni sürekli olarak düşürmenin peşindedir. Demek ki, Erdoğan’ın “özel sektör mantığı” ile çalışan devleti de sermayeye hizmet edenler dışındaki her harcamayı “maliyet” olarak görüyor. En önemlisi de işçiler için yapılacak bütün harcamaları, düşürülmesi gereken bir maliyet kalemi olarak hesaplıyor.Bu durumda Tekel işçisinin kazanılmış haklarını söküp almak için neden elinden geleni ardına koymadığını anlamak daha kolay. Tabii, Tekel işçisine karşı her türlü demagojiye başvurmasını da.


Tekel’in özelleştirmeyle ilişkisi yokmuş!

Erdoğan’ın halkın kafasını karıştırmaya yönelik bu tür açıklamaları çok sayıda. Hızlı ve özlü biçimde bunların her birinin nasıl demagojik olduğunu ortaya koyalım. Hükümet ile Türk-İş arasında anlaşma olmayınca Erdoğan, Salı günü grup toplantısında bunların hepsini dile getirdi.Birincisi şu şaşırtıcı iddia: “Tekel meselesinin özelleştirmeyle hiçbir ilişkisi yoktur. Yaprak tütün depoları özelleştirilmemiştir, kapatılmıştır.” Bu iddia, iktisatçıları ancak güldürür. Hem de iki defa. Bir işletme özelleştirilirken üretim araçlarının sadece bir bölümü satıldı ise, geri kalanların hiçbir işe yaramayacağı doğrudur. O zaman onlar da makine ise hurda olur, tesis ise kapatılır. Ama bu duruma yol açan özelleştirmenin kendisidir. Üstelik ikincisi, Tekel işçilerinin çoğu özelleştirilen fabrikalarda çalıştırılırken depolara aktarıldı. Yani özelleştirme, istihdamı giyotinle doğradığı için depolara geçtiler. Böylece tütün depoları, birer geçici işçi deposu haline getirildi. İşçilerin işsiz kalması depoların kapatılmasından değil, fabrikaların özelleştirilmesindendir!İkincisi, Erdoğan “altını çizerek” Tekel işçisinin sadece bir kısmının eylem yaptığını ileri sürdü. Demek ki insan devleti, özel sektör mantığı ile yönetince, işçi sınıfının içinde olup bitenleri de izlemiyor. Tek Gıda-İş sendikasının Ocak başında eyleme devam edip etmeme konusunda düzenlediği referanduma katılan 9 bin küsur Tekel işçisinin 58’i hariç hepsi “eylem” dedi. Oran yüzde 99,6. Erdoğan hayatında böyle oybirliği görmüş mü? Üçüncüsü, sendikaların bugün “ücretli kölelik” olarak andıkları 4/C’ye geçmişte teşekkür etmiş oldukları iddiası. Tek Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel, işçinin önünde bu iddiayı reddetti. Velev ki sendikalar öyle yapmış olsun, işçi sınıfının gücü, sendikaları bugün geçmişteki o yanlış pozisyondan kopmak zorunda bırakmış olsun. Sendikaların böyle demesi işçinin mücadelesini nasıl haksız kılıyor ki?Dördüncüsü, “tüyü bitmemiş yetim” demagojisi. Sanırsınız Tekel işçisi ben evime gidip yatayım, devlet bütçesinden beni besleyin diyor! Devlet, hakkını isteyene cevaben, devlet bütçesine bir tüccar cimriliği ile sahip çıkıp sonra da “yetim” demagojisine kalkışacaksa, o zaman devlete çalışan her işçi ve memur asgari ücretle ve güvencesiz çalışsın, olsun bitsin! Devletin gözüne işçi bir “maliyet” olarak gözüküyorsa, zaten başka çözüm de olmaz!Beşincisi, Tekel işçilerinin reddettiği ücrete çalışacak milyonlarca işsizin ve asgari ücretlinin bulunabileceği demagojisi. Bulunur. Bulunur da bundan ne çıkar? Türkiye’deki işsizliğin müsebbibi Tekel işçisi mi? Asgari ücretin açlık sınırının altında olmasının müsebbibi Tekel işçisi mi? Hayır, bunların hepsi “özel sektör”ün ve onun “mantığı” ile çalışan devletin marifetleri. Sömürülen ve ezilenleri böyle karşı karşıya getirerek Tekel işçilerinin toplumda elde ettiği desteği azaltmaya çalışmak gerçekten yüz kızartıcı.

Sakarya Caddesi’nde bir heyûla dolaşıyor!

Tekel mücadelesinin Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükselmesi için bir kapı açtığını, başından beri söylüyoruz. Burjuvazinin sözcüleri de nihayet bunu teslim ettiler. AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli, katıldığı bir televizyon programında “sınıf bilinci” ve “sosyalizm”den dem vurarak ürküntü yaratmaya çalıştı. Tabii daha önemlisi, Erdoğan’ın “marjinal unsurlar” edebiyatı. Başbakan’a göre, Tekel eylemi işçinin amacını aştı ve birtakım marjinal gruplarca maniple ediliyor.Tekel işçilerinin, mücadelelerini canla başla destekleyen, ayazda soğukta gece gündüz demeden yanlarında yer alan sosyalistleri bağırlarına bastıkları doğru. Mücadele eden işçinin bilincinin hızla değişeceğini ve değişmekte olduğunu bu sütunlarda daha önce de yazmıştık. İşçi sınıfının içinden yazan gazeteci dostumuz Atilla Özsever’in aktardığı şu örnek çarpıcı: Bir Tekel işçisi “günde beş vakit komünist olduk” demiş! Bilincin çeşitli biçimlerinin, kısa süre içinde yaşanan değişimle, farklı çağlara ait jeolojik katmanlar gibi nasıl üst üste geldiğinin mükemmel bir ifadesi.Erdoğan’a sormak gerek: Madem bu gruplar bu kadar “marjinal”, nasıl oluyor da bu kadar güçlü bir toplumsal hareketi “maniple” ediyorlar? Türkiye’yi bir genel greve sürükleyecek kadar güçlü bir işçi mücadelesi nasıl oluyor da “marjinal” grupların hakimiyetine giriyor?Bırakın safsatayı! Bırakın demagojiyi! Yaşadığımız, kapitalist toplumda fiziğin yasaları kadar yalın bir gerçek olan, sınıf mücadelesidir. İşçi, ezilmeye isyan ediyor. Geleceği için, ailesi için, çocukları için “ölmeye hazırım” diyor. Siz de “özel sektör mantığı” ile ona karşı ölümüne savaş veriyorsunuz. Bunu yaşayan işçi, mücadelesini sonuna kadar götürmeye karar verirse, sarılabileceği bir tek akım var: Sosyalizm. Çünkü sosyalizm, Marx’tan beri başka hiçbir şey değildir: İşçi sınıfının gerçek hareketinin mantıksal sonucudur. Ezilmek ve sömürülmek istemeyen işçinin mutlaka siyasi iktidarı eline alması gerektiğini söyleyen doktrindir. Erdoğan, geçtiğimiz Salı günü grup toplantısında konuşmasını Tekel işçisine geçit vermeyeceklerini söyleyerek bitirdi. Bu konudaki son cümlesi, “Bu ülkenin sahipleri var” idi. Elhak vardır. Sermayenin sahipleri, ülkenin de sahibidir. Şimdilik.

3 Şub 2010

FLOWmarket: Soyut Tüketim Mağazası


SUT KUTUSU'ndan alınmıştır.


Tüketim toplumunu eleştirecek değilim çünkü hepimiz -istesek de istemesek de- bu sistemin bir parçasıyız. Artık önemli olan tüketime karşı bir tavır almak değil gittikçe büyüyen tüketim dalgasını kendi çıkarlarına uygun biçimde yönlendirebilmek. Günümüzde global pazarda post-modernizmin etkilerini açıkça gözlemleyebiliyoruz. Yeni, yepyeni bir ürün yaratmak ne mümkün, piyasadaki herşey bir öncekinin daha gelişmişi, daha estetiği, daha fiyatlısı. Bugünün mükemmel ürünü bugüne kadar yaratılmış mükemmel ürünlerin bir bütünü. Tüketim kalıplarında değişim sadece eskinin belirli periyodlarla geri gelmesi biçiminde gerçekleşiyor. Geleceğin tüketim trendlerini belirlemek ise farklı bir düşünce yapısını gerektirmekte. Tam bu noktada da yeni nesil yaratıcı düşüncenin gücü devreye giriyor. Bu dünyada paranın asla satın alamayacağını düşündüğünüz şeyler vardır. Mads Hagstrøm tarafından yaratılan FLOWmarket projesi bu kavramları 45 gramlık teneke kutularda satışa sunuyor. Ürün tanımını “Yeni nesil lüks” biçiminde yapan FLOWmarket bugüne kadar dünyanın çeşitli şehirlerinde açtığı 9 geçici mağaza ile çağımız insanının en çok ihtiyaç duyup asla satın alamayacağını düşündüğü ürünleri pazarladı. Minimal ambalajlı, sade beyaz etiketli FLOWmarket kutularında özgürlük, güven, beklentisizlik, sabır, yaratıcı ifade, iç huzuru ve daha ihtiyacınız olan birçok soyut kavramı bulabilirsiniz. İşe yarar mı? Belki de, denemesi sadece 19,98 dolar.

2 Şub 2010

Hafıza Günlüğü -1-


Vakit gazetesi iş başında. Bu kez de bir tiyatro oyununu "Ahlaksız haberden tahrik dolu mesajlar" diyerek hedef gösterdi
Beyoğlu’ndaki Kumbaracı 50 tiyatrosunun yeni oyunu “Yala ama Yutma” daha önce de çeşitli kişi ve kurumları hedef göstermekle eleştirilen Vakit gazetesinin yeni hedefi oldu. Oyunun senaryosunu ’ahlaksız’ olarak nitelendiren Vakit gazetesinin internet sitesinde “Elimize sopaları alıp salonu mu basalım” diyen okuyucu yorumlarına yer veriliyor. Kumbaracı 50 tiyatrosu yetkilileri ise tepkili: Oyunla ilgili yapılan haberde maddi hataların yanı sıra pek çok kışkırtıcı bilgi bulunmaktadır. Oyun herhangi
bir dine saldırı ya da aşağılama unsuru içermemektedir. Bundan sonra bu sanat olayına yönelik herhangi şiddet gerçekleşirse sorumluları açıktır.

Kumbaracı 50'nin internet sitesinde verilen bilgilere göre senaryosunu Özen Yula’nın yazdığı oyunun konusu şöyle: “Kurala göre yüzyılda bir ‘sınanma’dan geçmek için yeryüzüne gönderilen bir melek, yirmi dört saat içinde en azından bir insanı ‘iyilik adına’ yola getirmelidir. Başarırsa yeniden yüzyıllığına melek olarak devam edecektir, eğer başarısız olursa dünyada insan olarak kalacak ve eceliyle ölecektir. İşte bu sınanmaya tabi tutulan oyunun başkahramanı melek, kendini Türkiye’de bir porno film setinde, oyuncu Leyla’nın bedeninde buluverir.” Vakit gazetesinin haberinde, Kumbaracı 50 tiyatrosunun adı Kumbara 50 olarak yazılmış, oyunun senaristi ise Melis Tezkan ve Okan Urun olarak belirtilmiş. Maddi hatalarla dolu haberde şu ifadeler dikkat çekiyor: “Ahlaksız senaryosunu Melis Tezkan ve Okan Urun'un yazma cesaretini gösterdiği ‘Yala ama yutma' adlı oyunda melekler arasındaki sözde kurala göre her yüzyıl, bir sınavdan geçmek üzere melekler dünyaya gönderiliyor. Ahlaksız senaryoya konu olan melek ise bu sınav kapsamında, kendini Türkiye'de bir porno film setindeki oyuncunun bedeninde buluyor.” Vakit, haberinde Milli Gazete Kültür Sanat Editörü ve Tiyatro eleştirmeni Bünyamin Yılmaz ile tiyatrocu Birol Cüngül’den de oyunun ahlaksız olduğuna ve kaldırılması gerektiğine destek olan görüşlere de yer verdi.

Milli Gazete Kültür Sanat Editörü ve Tiyatro eleştirmeni Bünyamin Yılmaz, "Bu sadece Müslümanları değil, bütün din mensuplarını kızdırır. Modern zihinle inanç değerlerinin sentezini yapmak sağlıklı bir durum değil. Bu çok tehlikeli olabilir. İnsan bedenine meleğin girmesi çok saçma bir durum. Melekler inancımıza göre korunmuştur. İnsanın pisliğini meleklere bulaştırmak mümkün değil" diye konuştu.
"Bu oyun sahnelenmemelidir" diyen Tiyatrocu Birol Cürgül ise "Sosyal meseleleri ve problemleri, müstehcenlik aracı kılınarak gündeme getirmeyi ve bunu tiyatro sahneleri aracılığı ile yapmayı her şeyden önce başka sosyal problemleri doğurmaya yönelik bir davranış olarak değerlendiriyorum. Ayrıca toplumun inanç değerleri üzerinde tahrifat yapma alışkanlığının hala devam ettiğini görüyoruz. Bu konunun dini mihraklarca incelenmesi gerektiğini ve bu oyunun sahnelenmemesi gerektiğini düşünüyorum" dedi. Habere gelen yorumları haberin içeriğinin yaratmak istediği etkiyi açıkça gözler önüne serdi (İmla hatalarına dokunulmamıştır):

“Nerdesiniz yetkililer?????Resmen provakatör bunlar !!!! Elimize sopaları alıp salonumu basalım?, bun denli densiz ve dinsiz oldukları için cezalarını bizmi verelim nerde seçilen ve atanan sorumlular??nerde?”
“HAYVANLAR ÖZGÜRDÜR hayvanların utanma ve haya duyguları olmaz arkadaşlar. Bu hayvanlardan nasıl olurda utanma arlanma beklersiniz.”
HAKARET
söylenecek en asagilik kelime bile az kalir.suurlu bir insan kalkipda siddete dayanan bir tepki gösterse kendisini yetkili sayanlar kimi suclar acaba.


İdil Biret konseri akıllara geldi Vakit gazetesi yine Temmuz ayında Topkapı Sarayı’nda sergilenecek İdil Biret konseri öncesinde “Mini etekler kızların servis ettiği şarapları içecekler” diyerek konseri provoke etmiş, Alperen Ocakları üyeleri de konser günü saldırıda bulunmaya çalışmıştı.
KUMBARACI 50’DEN AÇIKLAMA: SORUMLULAR AÇIKTIR Metni Özen Yula'ya ait olan ve biriken tarafından sahneye koyulan Ayça Damgacı, Nebil Sayın, Cem Yanılmaz, Can Anar ve Ovez Muradov 'un oynadığı 'Yala Ama Yutma!' oyunu bir gazete tarafından gerçeğe uygun olmayan şekilde habere konu edilmiştir. Oyunla ilgili yapılan haberde maddi hataların yanı sıra pek çok kışkırtıcı bilgi bulunmaktadır. Oyun herhangi bir dine saldırı ya da aşağılama unsuru içermemektedir. Oyunla ilgili provakasyonlar konusunda herkesin sağduyulu davranmasını rica ediyoruz. Bundan sonra bu sanat olayına yönelik herhangi şiddet gerçekleşirse sorumluları açıktır.




Radikal Gazetesi internet sayfasından alınmıştır.

27 Oca 2010

Babalar,çocuklar,devletler,katiller...

Radikal Gazetesi web sayfasından alıntıdır.

KARİN KARAKAŞLI (Arşivi)

Okullarda dönem sonu yaklaşırken, bazen sınıflarda film izliyoruz. Bu haftanın başında benim şansıma Uçurtma Avcısı düştü. Afganistan’ın acılı yakın tarihini ailelerin ve kuşakların hikâyesi üzerinden veren filmde, ihanet ve sadakat, kardeşlik ve düşmanlık kavramları bir ömür süren ödeşmeler üzerinden oya gibi işleniyordu. Çünkü pişmanlıkla birlikte içine bir kez “Neden böyle ettim?” sorusu kaçmışsa, ne denli inkâr etsen de hayatın, hep o yanıtı aramak ve hikâyeni bir Allahın kuluyla paylaşmayı ummakla geçecektir. Filmde Kâbil’in gökyüzünde uçurtmalar uçuşurken bir baba oğluna kendi aradığı bir yanıt olduğunu da itiraf edercesine şöyle diyordu: “Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?”Gözümü yeniden kırptığımda İstanbul göğünde kar taneleri vardı. O taneler, kalabalıkla birlikte durduğumuz yerde başımızı kaldırıp da camdan bize haykıran genç adama öylece bakarken gözümüzün içine yağıyordu. “Ben bu dünyanın camını çerçevesini kırmak istiyorum. Önce şu Agos’un güvenlik camlarını indirmek istiyorum. Babamın büstü var içeride, onu da kırmak istiyorum. Çünkü ben büstleri değil, insanları seviyorum” diyordu o genç adam. “Üç yıl sonra neredeyiz? Neler yaşandı biliyor musunuz?” diye soruyordu. Biliyor musunuz, aslında anlıyor musunuz sorusuydu. Biliyoruz diye bağırdı binlerce insan.

Öldürenleri övmek

Bilenler artık tek bir seste ortaklaşıyordu zaten. Bir gün önce gazeteci Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın Sincan F Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmesi dolayısıyla aralarında Hrant Dink’in ailesinin de yer aldığı siyasi cinayet mağduru 16 aile, ibretlik gerçeği haykırmıştı: “Asıl üzücü olan tetikçilerin yüceltilmesi, maddi ve manevi olarak desteklenmesidir. Ses getiren cinayetleri işleyenlere evlenme teklifleri gelmesi tüm dünyada sık rastlanan bir toplumsal psikoz örneği. Ancak katillerin örgütlü şekilde cezaevinden kaçırılması, anı fotoğrafı çekilmesi, eli kanlı kişilerle gurur duyulması ne üzücü ki ülkemize has bir görüngü ve moda olmuştur. Katillerin kahraman ilan edilmesini, katillikten sermaye biriktirilmesini, katilliğin ranta çevrilmesini kınıyoruz. Ağca ve benzerlerini, düşünceyi kurşunla susturmaya çalışan, kurbanını tanımadan öldürenleri övmek insanlık suçudur.”Çocuklar, babalarının devamıdır. Hayatın sürekliliği, ölümlü dünyanın ölümsüzlük ihtimalidir. Devletler de sürekliliğe büyük önem verir. Devletin bekası sözünün ağırlığı bu yüzden kendinden önce gider. Ama mesele bu bekanın ne üzerinde sağlandığı. Yurttaşlar üzerinden mi, katiller üzerinden mi...Arat, adaletine güvenmediği bu ülkede, üç yıldır yurttaşın üzerinden sağlanacak bir beka umuduyla yaşıyor. “Üç yıl önce babama ağlarken, hayatımın en kötü gününde öfke içindeyken, siz şaşkınlığı eklediniz ona. Üç yıl önce sizin sayenizde içime umut doğdu. Sizinle birlikte babamın üç yılının hesabını soracağımızı ümit ediyorum” diyor. Sadece o üç- dört tetikçinin değil, Valiliğin nasıl mahkemeyle dalga geçtiğini paylaşıyor. Hepimiz Ermeniyiz diyen bir kalabalığa da katiller üzerinden sağlanmaya yeltenen bekanın tarihsel bilançosunu anımsatıyor: “Biz bu ülkede yüzde 20’ydik, bugün binde bir bile değiliz. Yüzyıl önce avdık şimdi yem olmuşuz, yem.” Bir ülke kendi kaderini şu basit denklemle belirler. Devlet olarak neyinle övünüyorsun; katilinle mi, yurttaşınla mı? Yurttaşlarını neye göre ayırıyorsun? Katli vacipler ve yaşamasına icazet verilenler olarak mı? Peki asıl öldürmeye çalıştığın ne? Kendini açık etme korkun mu? Neyi saklıyorsun öyleyse? Nedir bu kadar kanla gizlemeye çalıştığın? Nedir bizden topluca çalınan?Günlük hayatları dökülen ve hesabı verilmeyen kanla parçalanmış tüm aileler, adaleti tecelli ettirmeyen bir devletin, katiliyle anılan bir devletin yurttaşı bilinmenin nasıl da haram bir yaşam olduğunu haykırıyor. Alınan nefesin, içilen bir yudum su, ağza atılan bir lokma ekmeğin zûl olduğunu. Çünkü katilleri yüceltmek, devletleri rakımsız kılar. Bir daha hiçbir özlü sözün, andın, resmi açıklamanın kurtaramayacağı bir alçaklığa tutsak eder, belini doğrultamazsın omurgan kalmadığından. Ararat ya da Ağrı, sınırın iki yanında da ayrı hikâyeleri ortak umutta birleştiren vakur bir dağdır. Keyfine göre bir görünüp bir yok olmasıyla, nice söylenceye konu oluşuyla biriciktir. Arat Dink de bu ülkenin biricik evladıdır. Tıpkı babası gibi, Türkiye’yi anlatan bir adamdır. Eş, kardeş, evlat, torun vs. ailenin tüm diğer fertleri ile birlikte halen burada kaldığı için Türkiye’yi yaşanılır kılan insandır. O, 19 Ocak konuşması yapmadı. Babasını da sırtladığı bir koca dünyada, ezim ezim getirilmeye çalışılan erkeklik gururunu geri aldı. Dünyanın en muhteşem konuşma ve yazılarının Hrant’ı geri getirmeyeceğini biliyoruz. Kaybedeceğini kaybetmiş olanların anlayabileceği bir bilgiyle biliyoruz. Onlardan, bizden, hepimizden çalınan canın yerine konacak bir can yok. Telafi yok, teselli yok. O yüzden kimse üç- beş tetikçiye verilecek birkaç yıllık cezaları adalet diye yutturmaya çalışmasın. Arat’ın sözünden utansın. O vakur isyanda buluşmak, öfkeden umut, hınçtan sevgi, kalleşlikten adalet damıtmanın yolunu gösteriyor. Duvarlara toslaya toslaya, el yordamıyla aranan bir yolu. Bir oğul, babasına reva görülenin isyanında hepimize yeniden o yolu sundu. Devlete katilinden değil yurttaşından bilinme yolunu. Hepsi bu.

VE/VEYA