2 Eki 2009
Türkçe konuşmaktan aciz olmak-olabilmek...
17 Ağu 2009
Bilmem ne KAMP ( Bodrum’da işte… )
Yakın zamanda aslında tam olarak da 20 Temmuz’un başlangıç olduğu yanmış, bitmiş, kül olmuş bir organizasyon ile ilgili söyleyeceklerim. Aslında amacım yine, yeni ve yeniden uyarmak ve de mümkün olduğunca organize bir halde harekete geçebilmektir. Gençliğin ve belki de tecrübesizliğin verdiği bir aldanmışlık haliyle her şeye inanan ve de katılan bir bünye olarak yaşama devam etmeye çalışıyorum. Umarım bir yerde bir şeyler telafisi olunmaz hale gelmez…
Organizasyonun batışı-yıkılışı ve de sonrasındaki toz toprak içindeki günlerin tartışması için ilgili platforma yolculuk için ilişim tam olarak aşağıda ;
TeknoSA'ya HAYIR!
Uzun süredir zevkle alışveriş yaptığınız ve özellikle de Sabancı ismine güvenerek bunu yaptığınız da güven konusunda sahiplendiğiniz değerlerin ne kadar da kolay sarsılabilir hatta un ufak edilebilir olduğunu fark ediyorsunuz ne yazık ki. Neden mi! Çünkü neredeyse koca bir yaz dönemi boyunca kandırıldım ve de en sonunda kendimi enayi gibi hissetmeme neden olan bir olayla karşılaştım… Hiç almadığım hatta ucundan kıyısından bile yararlanmadığım bir hizmetten ötürü bu öğrenci ser sefil halimle 20$ + KDV ödemek zorunda bırakıldım. Eğer arada bir daha satın alma imkânımın yakın gelecekte hiç bulunmadığı bir dizüstü bilgisayar ve de kaybetmekten ödüm koparcasına korktuğum bilgilerim olmasaydı işler çok daha fazla içinden çıkılmayacak hale gelebilirdi. Güya amacım akıllılık ederek TeknoSA’nın bana lütfederek sağlamış olduğu 2 yıllık garantinin son günlerinden yararlanarak bu oldukça basit arızadan kıl payı kurtulmak ya da kıl bile kaptırmadan kurtulmaktı. Normalde birkaç günde 30 – 40 lira karşılığında hallettirebileceğim bir teknik safsatayı belki de biraz daha uzun süre beklerim ama olsun en azından cebimden beş kuruş çıkmaz diyerek başladığım bir ölüm kalım macerasının hikâyesidir şu gördükleriniz. Bundan sonra yazdıklarım öznel katkılar dışında tamamen nesnel ve de olup bitenin teknik açıklaması şeklinde olacaktır(!).
Dizüstü Bilgisayarın Şubeye servise gönderilme amacıyla teslim ediliş tarihi: 15 Haziran 2009
Aracı şubenin servis merkezine gönderiş tarihi: 16 Haziran 2009
Şubeden gelen ilk telefon ve de kullanıcı hatası olduğunun bildirilmesi: 27 Temmuz 2009
Sorunun oluşumunun kullanıcı hatasından kaynaklandığı tespit edildiği için tamir işlemi ücrete tabir tutulacakmış ve de tamirin maliyeti 193$ + KDV imiş ama eğer bu ücreti ödemeyi kabul etmezsem eğer tanı ve de teşhis için 20$ + KDV ödemeliymişim. Aksi takdirde ürünü geri alamazmışım (!) O gün ile ilgili en son hatırladığım şey telefonun diğer ucundaki kadının benim KİMİN MALINI KİME VERMİYORSUNUZ höngg bağırışlarımla telefonu kapatışıydı.
Teşhis ve de tanı için belirlenen ücretin bankaya gidilerek paşa paşa yatırılması: 31 Temmuz 2009
Ürünün tekrar elime ulaşması: 4 Ağustos 2009
Bana giren çıkan: Dizüstü Bilgisayarım olmadan geçen 49 yaz günü ve gecesi ayrıca 35 lira ( 20$ + KDV )
Teşekkürler TeknoSA…
8 Haz 2009
Ayıp mı Günah mı ? Ya da her ikisi veya hiçbiri...
Suudi Arabistan'da sinema gösteriminin 30 yıl önce yasaklanmasının ardından, ilk defa geçen Cuma günü başkent Riyad'da bir film oynatıldı. Dubai'de basılan Gulf News'in haberine göre, Suudi aktör Feyyaz El Maliki'nin oynadığı 'Manahi' adlı komedi filmi, Kral Fahd Kültür Merkezi'nde geniş bir topluluk tarafından izlendi. Film gösteriminin. Suud kültürü ve toplumu açısından önemli bir dönem noktası olduğu belirtildi. Filmin, Suudi milyarder Prens El Velid Bin Talal'a ait Rotana adlı medya şirketi tarafından Suudi Arabistan'da gösterildiği öğrenildi.Daha önce Cidde ve Taif şehirlerinde de oynatılan film, ilk defa halka açık ve ücretli gösterildi. Film, 25 bin erkek ve 9 bin bayan tarafından ilgiyle izlendi. Körfez ve Arap dünyasının popüler aktörü El Maliki, gazeteye verdiği demeçte, aşırıcı militanlardan telefonda her gün tehdit aldığını söyledi. El Maliki ayrıca filmde yedi Suudi aktör ile iki bayan aktörün de rol aldığını kaydetti. Filmde, çabuk zengin olmak isteyen saf bir bedevinin borsadaki maceraları ve dolandırılması konu alınıyor. Prens El Velid, filmin gösteriminden elde edilen gelirleri ülkedeki kanser hastalarının tedavisi için bağışlayacak.
( Haber Türk'ten alıntıdır.)
Coğrafi olarak yakın bölgelerde ikamet eden farklı kültürlere ve de kimliklere sahip toplumların sahip oldukları ya da aslında olamadıkları avantajlar ve de dezavantajların neler olduğu düşünüldüğünde; hayatın kimin ya da kimler için daha adil ve kolay kimler için ise daha zorlu ve adaletsiz olduğunu kolayca görebiliyoruz aslında. Ama bazılarımız için pek de görülmeye değer ve de üzerinde durulması gerektiği düşünülen bir konu değil bu. Çünkü kulak arkası etmek, görmemezlikten gelmek, seslenen ağızlara, bağıran yüzlere el göz kapamak pek bir kolay pek bir kolaycılık ne de olsa... Yeniliklerin, değişimleri ve de dönüşümleri getirdiği her gün, hayat yaşanmaya daha bir değermiş gibi görünür...
Suudi Arabistan halkının bu çağda, bu zamanda, bu diyarda elde edemediği fırsatların söz konusu edilesi eşitsizliği kimin suçu ? İnsanların kapalılığı da açıklığı da korkutucu, yasakları ve değerleri acı verici... İnançları sorgulayıcı, toplumları yargılayıcı...
İfade özgürlüğünün önemi ve de sanat üzerine düşünebilmek...
2 Haz 2009
TüketMEk
21 May 2009
Pınar Selek
Benim derdim erkeklerle değil 'Erkeklik'le!
http://www.pinarselek.com/public/rop_01.htm
Gen Pek Bir Bencildir...
Şempanze ve insanın evrimsel geçmişlerinin yaklaşık yüzde 99,5’i ortaktır; yine de birçok mantıklı insan şempanzeye eğri büğrü, insanla ilişkisiz, tuhaf bir yaratık olarak bakar ve kendisini Mutlak Yaradan’a erişme yolunda bir basamak taşı olarak görür.[1]İngiliz uyruklu etolog,yazar,evrim kuramcısı,Oxford Üniversite’sinde zooloji Profesörü olan Richard Dawkins Gen Bencildir adlı kitabına bu cümle ile başlıyor.Üç milyar yıl önce doğal seçilim olarak tanımlanan bir süreç içerisinde Dünya üzerinde görüp görebileceğimiz tüm canlılar bugünkü hallerini, görünümlerini almışlardır.Her şey aslında Richard Dawkins’e göre canlı hayatını devam ettirebilen, sürdürmeye müsait genler aracılığıyla, bu genlerin sayıca diğer nesillere aktarılması ile doğal seçilim çerçevesi içerisinde gelişmiştir.Darwin ve Mendel’in başlattığı akabinde R.A.Fisher’ın , W.D. Hamilton’ın ,G.C.Williams ve J. Maynard Smith’in devam ettiği doğal seçilim kuramını sosyal bir bakış açısı ile özverili ve bencil davranış kuramları, çıkarcılığın genetik tanımı,saldırgan davranışların evrimi ve nedeni,kanbağı kuramı,eşey farklarının doğal seçilimi gibi başlıklar altında Richard Dawkins okuru tartışmaya çağıran “popüler“ üslubu ve geniş bilgi birikimi ile bu kitapta ele almıştır.Kitapta özellikle bilime yabancı olan okuyucu düşünerek hemen hemen hiç teknik terim kullanmamış; özel sözcükler kullanması gereken yerlerde de söz konusu bu sözcükleri tanımlamıştır.
Kullandığı yalın üslup ve duruluk sayesinde okuyucuya hem soluk aldırırken hem de ehli olduğu biyoloji konusunda ve özellikle de bencil davranışları tanımlarken kullanmış olduğu “doğadan” bizzat hayvanlardan oluşan örneklerle neredeyse kusursuzca yapılan gözlemlerin inanılması güç sonuçları ve nedenleri ile okuyucu karşı karşıya getiriyor ki sermiş olduğu mantığın anaforu içinde kaybolup gidilmesi yerine okuyucu kitaptan aldıkları ile düşünce yumağında kendini aşabilsin ve tartışmaları ileriye götürebilsin. Anne ve Baba kavramları üzerinde kurmuş olduğu “yatırım“ ilişkisi sosyal hayat içerisinde ebeveynlere yüklenmiş olan ya da yüklenmiş oldukları kimliklerin aslında çok altında, pek derinlerde o gözle görülemeyecek sarmalın içerisinde bir yerlerde, kendi soyunu, kalıtsal özelliklerini devam ettirebilmek adına bir çeşit danışıklı dövüş halinde bulunabildikleri, diğer bir yandan çıkar çatışması- fayda sağlama yarışı olabileceğini de gözler önüne sermekte. Richard Dawkins GİRİŞ kısmında seslenircesine bir eda ile “Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla bilinen bencil monekülleri körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız.” Diyor ve sanki tüm canlı hayatının, sosyal yaşantıların, durmak bilmeyen teknolojik gelişmelerin öznesi olan insana sen aslında yalnızca bir meşale taşıyıcısısın, amacın meşaleyi sönmeden, ta ki diğer taşıyıcı ile karşılaşıncaya kadar tüm doğa koşullarından ve her türlü engeli bertaraf ederek, aynı bir bayrak yarışı gibi ya da her ne olduğu önemli olmayan bir meşale taşıyıcısı gibi ana hedefe ulaşılıncaya dek, korumak, en sağlıklı-başka bir anlamda kaliteli iken genlerini aktarmaktır. Gezegendeki zeki varlıkların gün gelecek varlıklarını soracak yaşa gelecekler ve “Yaşamın bir anlamı var mı? Niye varız? İnsan nedir? Gibi sorular soracaklardır der Richard Dawkins. Ancak Evrimi biliyor isek buna verebileceğimiz cevap hurafelere sığınarak verilen kaçamak cevaplar olmamalıdır diye düşünüyor.Ancak Richard Dawkins özellikle de belirtiyor ki bu kitapta amacım Darwinciliğin avukatlığını yapmak değil,bencillik ve özverinin biyolojisini
İncelemek. Başarılı bir gen bencilliği ön planda olan gendir diyor. Ayrıca genin bencilliği ona göre bireylerin davranışlarında da bencil olmalarına yol açacaktır ve açıyordur. Özverili davranışa şöyle bir örnek veriyor Richard Dawkins “ İşçi arıların sokma davranışı bal hırsızlarına karşı çok etkili bir savunmadır. Sokucu arılar, kamikaze dövüşçüleridir; sokma eylemi sırasında, hayati önemdeki iç organlar genellikle vücudun dışında çıkar ve arı, soktuktan hemen sonra ölür. Bu intihar eylemi koloninin çok önemli besin depolarını kurtarmış olabilir fakat arı, bunun faydalarını görmek için ortalıklarda olmayacaktır.” Bu demek oluyor ki özverili davranış örnekleri ile doğal yaşam içerisinde sıkça karşılaşabiliyoruz.
Ancak sorun şu ki bencil genlerimiz ve bunların davranışlarımıza yansıyan yanları bizi özverili olmaya çalışmaktan uzaklaştırıyor mu? Ya da sergilediğimiz özverili davranışların belki de tümü altında yatan genlerimizin hayatta kalmasını sağlama amacı üzerine mi? Darwin’in en uygunun yaşamda kalması kuralı içerisinde en uygun ile kastedilen nedir ve uygunluk neye göre belirlenir? Evrim engellenebilir mi? Evrimin ürünü olan bizler evrimi istedik mi? Var olmaya devam edebilenler yani bizler, kendimiz yani bizi meydana getiren genler için daha iyi yaşamkalım makineleri yapabildiğimiz için mi şu an hayattayız? Bizler yani bu etten, kemikten ve dokulardan oluşan bedenlerimiz amaca ulaşıldığında bir kenara konulacak mı? Genler jeolojik zamanın yerleşik ve ölümsüz sakinleriler mi? Sir Peter Medawar’ın dediği gibi “Yaşlı bireyler türün diğer bireyleri için özverili bir davranışta bulunarak ölürler, çünkü üreyemeyecek denli bitkin düştüklerinde dünyayı amaçsız bir kalabalık haline getirirler “ mi?
Kafalarda oluşabilecek yüzlerce belki binlerce soru… Hayata, ölüme, yaşam amacına, yaşlılığa, yaratılışa ve her türlü bilinmezliğe ve de kesinleştirilemeyene doğrultulan soruların namludan bakıldığında nasıl göründüğü, nasıl bir etki yaratabileceği de kendi içinde yine bir bilinmezliği doğuruyor belki de. Önyargılardan, dini bağnazlıktan kurtulamayan ve de farklı bakış açılarına kapalı, farklılıkları sindirememiş bünyelerde hazımsızlığa neden olabilir. Benden söylemesi…
[1] Gen Bencildir The Selfish Gene , Richard Dawkins
11 May 2009
Yatay Toplum
Yaş Grupları ve Gençlik Kültürü
Modern toplumda gençlik kültüründen epeyce haberdarız. Yaş bölüklerinden ve akran gruplarından da haberdarız. Medya X kuşağından, nüfus patlaması kuşağından ve diğer gerçek ya da imgesel bölüklerden söz etmeyi sever. Yaş bölükleri antropologları şaşırtmaz; çoğunlukla yaşamın bir aşamasından diğerine geçişin işareti olan ayrıntılı görenekleriyle, her tür toplumda onlara rastlarlar. Fakat o toplumlar yüz yüze toplumlardır. Modern yaş bölüğü, birbirinden çok uzak yaşayabilen ve çoğunlukla da uzak yaşayan üyelerden oluşur.
Gençlik kültürü kavramı bazı bakımlardan yanıltıcıdır. Kuşkusuz çağdaş toplum popüler kültürde gençliğe önem verir-zevklerine, alışkanlıklarına, yaşam tarzlarına. Spor yıldızları her zaman gençtir; film ve rock yıldızları da(genel olarak). Fakat modern kültürü bir gençlik kültürü haline getiren şey, tam da ait olmak için genç olmak zorunda olmanız olgusudur. İstediğiniz yaşta gençliğin müzik zevkine, yürüme, konuşma, giyinme ve saç kesim tarzına öykünerek gençlik kültürüne katılabilirsiniz-tıpkı bir dine girebileceğiniz gibi. Yatay toplumda yaşam tarzları en azından görünen düzeyde şaşırtıcı ölçüde akışkandır. Hızlı iletişim bunu olanaklı kılar. Los Angeles’te çeteler arasında başlayan bir tarz, altı ay sonra Paris’e ulaşıp modayı etkileyebilir. Tarzlar sadece akışkan değil, herkese açıktırlar da. Tıpkı suşi yemeniz için Japon olmanız gerekmediği gibi, gençlik giysileri giymek için genç olmanız gerekmez. Zengin olmanız da gerekmez. Blucin bir bakıma oldukça demokratiktir.
Gençlik kültürü (paradoksal bir biçimde) bugünlerde hiç kimsenin yaşlanmasına gerek olmadığı anlamına gelir. ( Elbette sağlıklı olmaya ve de biraz paraya ihtiyacınız var.) Şimdi yaşlılar sanki gençmiş gibi davranmayı tercih edebilirler. Tıpkı bir gençlik kültürünün var olması gibi, bir kıdemli kültürü de vardır; altın yaşlarda olmayan hiç kimse isteyerek tercih etmese de. Başka bir ifadeyle, hiç kimse yaşlılara aldırmaz-mecbur kalan politikacılar hariç. Politikacıların mecbur olmasının nedeni, yaşlıların sadık seçmen olmaları, güçlü bir lobi oluşturmaları, ekonomide ve siyasal yapıda hatırı sayılır bir güce sahip olmalarıdır. Gerçi pek çok yaşlı Gri Panter değildir, hatta kamusal işlerde bile aktif değildir. Fakat sahici bir çıkar grubu oluşturmaya yeterler. Bu grup, diğer şeylerin yanı sıra zorunlu emekliliğe son verilmesi için savaşır. Yaşlılar her şeyden önce emeklilik maaşı ve sağlık yardımı isterler; fakat bir kısmı, gençlerin yaptığı her şeyi yapmayı tercih etme hakkını ister. Dolayısıyla altın yaşlarda seks üzerine tüm literatürü ve benzeri… Yatay bir toplumda, vücut elverdiği sürece yaşlılar katı yaş derecelerine dayanan sosyal düzenlerde onlardan esirgenen birçok seçeneğe sahiptirler.
Woodstock Ulusu’nun-rock and roll müziğini takıntı haline getiren ve genel olarak konuşursak hippi eğilimli gençlerden oluşan grup-üyesi olan yaşlıların sayısı fazla değildir.( Bugünlerde bu ulusun ilk üyelerinden bazıları orta ve orta yaş üstüne yaklaşıyor.) Bu tür uluslar yatay olarak oluşurlar; söz medya aracılığıyla kartopu gibi büyüyerek yayılır. Woodstock Ulusu sadece bir metafordur; hiç kimsenin bu ulusa tutkulu bir bağlılığı yoktur; en azından çok-kültürlü bir toplumda diğer pek çok ulusla karşılaştırıldığında. Bir rock konserinde buluşan insanlar, kesinlikle istikrarlı bir grup değildir. Aslında birbirlerinden çok sahnede bağırıp çağıran göstericilerle etkileşirler. (MTV izleyicileri kadar yalıtık değildirler.) Onları birbirine bağlayan şey konser deneyimi değil, bir kültürdür, bir zihin çerçevesidir. Modern toplumda uluslar istikrarlılık derecesi ve bağlılık miktarı bakımından farklıdırlar. Woodstock Ulusu bir uçta olabilir; kanlı yeminleri, tuhaf ritüelleri ve mistik bağlarıyla gizli dernekler diğer uçta olabilir.
25 Nis 2009
17 Nis 2009
Ergenekon Bilmem Kaçıncı Dalga...
http://busraakdogan.blogspot.com/2009/04/ergenekon-cydd-ve-turkan-saylan.html
Ergenekon, ÇYDD ve Türkan Saylan
Geçen akşam eve yürüyordum, binanın kapısında bir polis aracı. Işıkları yanıyor, gözümü alıyor. Biraz yavaşladım. Tam da bizim binanın önünde. Ellerinde bir kağıda bakıp isimler okuyorlar. Teyzeme dönüp “Tamam” dedim. “Ergenekon yüzünden geldiler. İmalı yazılarımdan birinden tersi bir sonuç çıkarıp beni de Ergenekoncu sandılar. Sen burada bekle. Ben yukarı çıkıp kitaplarımı yakayım!” Merdivenleri çıkarken düşünüyorum; “Çevik kuvvet de evin hemen yanında. Her gün kapımın önünden geçiyorlar, araca falan ne gerek. Biri bir gün işe giderken geçerken yoldan alıverirler.” Sonra baktım gitmişler. Ergenekon garip bir hikaye oldu gerçekten. Nereye gideceğini savcıların bile kestirebildiğini zannetmiyorum. Derin devlet gerçekten pek derine işlemiş. Dişteki çürüğü temizlemek istiyorsunuz ama diş de çürükle beraber geliyor. Davanın son aşamasında 12. dalga herkeste deprem etkisi yarattı. Yaratmasının da sebebi belli: “Profesörler, eğitimciler, eğitim gönüllüleri gözaltına alındı!”Askerler, emekli subaylar gözaltına alınırken hava hoş, eğitimciler gözaltına alınırken şoka giriyoruz. Emekli bir askerin darbe planlarından daha kötü olan bir şey varsa o da bir sivilin bu planlara katılıyor olmasıdır. Bu planları destekleyenler bir de eğitimciyse işte orada durmak gerekiyor. Durup bir düşünmek gerekiyor. Bizim toplumun (daha doğrusu bu tutuklamalarda ne olduğunu anlamadan hemen sokağa dökülen kesimin) tepki mekanizması ilginç işliyor. İşin içine bir eğitimci girdiyse, medyatik biriyse, bir gazeteciyse ya da yüzüne televizyonlardan aşina oldukları isimli bir kahraman söz konusuysa; tutuklandı mı, adı mı geçti, evi mi arandı, neyle suçlanıyor, yoksa suçlanmıyor sadece ifadesine mi başvuruluyor dinlemeden hemen yollara düşüp basın açıklamalarını, protestoları, sevgi gösterilerini başlatıyorlar. Durup düşünülecek yerde dinlemeyi kesip harekete geçmek ya gerçekten tersten işleyen tepki mekanizmasının ya da bitmek tükenmek bilmez önyargı dayatmasının sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Zannetmeyin ki gözaltına verilen tepkileri eleştiriyorum. Yalnızca daha sebebini bile anlamadan “Kim? O mu? Yapmaz öyle şey. Haydi televizyonlara!” mantığına gerçekten çok şaşırıyorum. Ne demek “O yapmaz öyle şey”? Ömrünün bütün vaktini gece gündüz yanında mı geçirdin? Kefil olmaya bu ne cesaret, bu ne gözü dönmüşlük, gerçekten şaşıyorum. Pınar Selek davasında olduğu gibi suçsuzluğu kanıtlanmış biri tekrar tekrar aynı suçtan yargılanmaya çalışılıyorsa, suçu işlemediği mahkemece belirlenmişken işlemediği bir suç üzerine yıkılmaya çalışılıyorsa tabi ki konuş, sakın susma. Ama daha gözaltına alınmış, neyle suçlandığını bile bilmiyorsun, sorgusu başlamamış, evinden ne çıkmış çıkmamış bilmiyorsun, hangi örgütlerle, kimlerle bağlantısı vardı ruhun duymuyor, aman fırsatı kaçırma hemen yollara düş çünkü “O öyle şey yapmaz!”Gelelim Türkan Saylan’a. 5 yıl önce Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Şişhane’deki genel merkezinin kapısından çıkarken bir gün bunları yazacağım hiç aklıma gelmezdi. “Bir kadın olarak senin böyle okumandan memnuniyet duyarım ama aracı olmayız” diyen dernekteki yardım etmek fiilinin hakkını veren o güzel kadınlar, kapıda bekleyen bursa ihtiyacı olan o üç başörtülü kızın birbirlerine yaklaşıp “Acaba verirler mi, girsek mi girmesek mi” diye kaygılanmaları, beklerken sıkıntıdan, stresten ayaklarını yere vuruşları, o kaygılı halleri, eğitimlerini tamamlamak için üç kuruşa muhtaç halleri sebebiyle aşağılandıkları kapıları bile çalmaları ve o kapıların “Bizim istediğimiz gibi değilsen okuma, sana yardım yok” diyerek yüzlerine kapanması. Ne yazık ki Türkan Saylan deyince aklıma bu görüntülerin düşmesine engel olamıyorum. Çünkü ihtiyaçları olduğu halde, yüzlerine söylenecek o kırıcı cümleleri bildikleri halde bir umut okumak için burs peşinde koşmaları ve kapıda beklerkenki o halleri gözlerimin önünden gitmiyor, gitmeyecek.Çağdaş yaşamı destekleme derneği Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden çok öğrenciye yardım etmekte. Bu derneğe minnettar kalan çok sayıda insan olduğu doğru. Devletin yapamadığını ÇYDD yapmış ve ulaşılamayan yerlere ulaşmıştır. Takdir ederim. Gerçekten sağladıkları bu imkanlar ile ÇYDD takdir edilesi öncü bir kurumdur. Fakat, Türkiye’nin geleceği, çağdaşlık, eğitime hizmet gibi misyonlar bu kurumun üzerinde tamamıyla durmamaktadır. Bugün artık herkesin herhangi bir sebeple üzerinde tartışabildiğı devletin resmi ideolojisinden zerre kadar farkı olmayan ideolojileri ile muhafazakar yardımseverlerden aldıkları bursu tabir yerindeyse muhafazakarların kendi kızlarına bile vermemektedirler. Evet, ÇYDD’ye imam-hatip mezunu, başörtülü, muhafazakar ailelerden gelme öğrenciler başvurmaktadır. Bu öğrencileri derneğe yönlendiren, derneğe yardım eden kuruluşlar biliyorum. Bunu uydurmuyorum, yardım yapan kuruluşun sahibinin adına kadar her ayrıntısını bildiğim bu olayı isim vermeden yazıyorum. ÇYDD’ye yardım yapan bu kurum, kendisi muhafazakar olmasa da çevresinde muhafazakar sayılabilecek insanlarla iç içe. İşte bu çevreden birine yardım etmek istediğinde dernek karşısına dikiliyor ve “Yardım edemeyiz. Aracı olamayız. Kurallarımız var” diyor. Öğrencileri eğitmek için yardım etmek hangi kurallara tabi olabilir? Yardım ettikleri öğrencilerin hepsinin nasıl düşündüklerini, ülkeye faydalı olup olmayacaklarını nasıl bilip de karar veriyorlar? “Biz zaten eğitimleri yarım kalmasın, ülkeye faydalı olsunlar diye yardım yapıyoruz, onları topluma kazandırıyoruz” diyorlarsa neden başörtüleri toplumun dışına itmekte bu kadar ısrarcılar? Madem bu kadar hedefledikleri çağdaşlık seviyesini yakalama arzusundalar çağdaşlığımıza tek engel (!) gördükleri başörtülüleri niye eğitmiyorlar?Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bir yardım kuruluşudur, bu derneğe yardım eden bütün kişi ve kurumlara, bursların dağıtılmasında rol oynayan bütün gönüllülere tek tek teşekkür ederim. Ama ÇYDD, Türkiye’nin en kapsamlı, en faydalı işler yapan sivil toplum kuruluşu değildir. ÇYDD’nin, belirli bir ideoloji etrafında dönen ve bu ideolojiye uymayanlara yardım etmeyen benzer pek çok kuruluştan farkı; daha büyük olması, daha medyatik olması ve daha fazla yardım severin desteğine sahip olmasıdır. Toplumun her kesimine ulaşabilmiş bir dernek asla değildir, zaten koyduğu kurallarla kendini toplumun bir kesimine kapatmaya gönüllüdür. Eşitlikçi, demokratik, ayrımcılık yapmayan bir dernek olarak anılması büyük bir yanılgıdır, yukarıda verdiğim örnekte görüldüğü gibi bu dernek EŞİTLİKÇİ DEĞİLDİR. Başörtülü olana burs vermemektedir. “Başörtüsü yasağı kanunlarda var, ÇYDD bu yüzden başörtülülere burs vermez” diyenlere sorarım: Kanun başörtüsünü kamusal alanda hizmet veren için yasaklar. Burs talebinde bulunan öğrenciler devletten maaş alan memurlar mıdır? Eğitim yardımları yapan bir sivil toplum kuruluşunun bursiyerleri de mi memurdur? Orası da mı kamusal alandır ki gönüllülerin verdikleri bağışlar ÇYDD kurallarına göre dağıtılmaktadır? Başörtülülerle aynı fikirde olan erkekler derneğe başvurduklarında ÇYDD yetkilileri bu kişilerin fikirlerini anlayamazsa bu erkeklerin burslarını alabileceklerini belirtmeme gerek yok sanırım.Peki bu anlattıklarımın Türkan Saylan’ın evinin Ergenekon’un 12. dalga kapsamında aranmasıyla bir ilgisi var mı?HAYIR.Gözaltına alınan, evi aranan, ifadesine başvurulan hiçbir dernek gönüllüsünün ya da profesörün gözaltına alınmasının yaptıkları iyiliklerle/kötülüklerle ya da eşitlikçi/ayrımcı yaklaşımları ile bir ilgisi yoktur. Sapla samanı birbirinden ayırmayı öğrenmemek için direniyoruz. ÇYDD’nin başörtülülere kapılarını kapatması darbe destekçisi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, çok sayıda kızımızı okutması da darbe destekçisi olmadığı anlamına da gelmez. Yaptığı iyi işler sebebi ile onlara sempati duyabiliriz, bir yardım kuruluşunun ideolojik tavırları etrafında toplumun bazı kesimlerine kapılarını kapatması bize son derece yanlış gelebilir ve biz bu kuruluşa hiç sempati beslemeyebiliriz. Ama ne bugüne kadar oradan aldığı burslarla eğitimine devam eden kızları görmezden gelebiliriz ne de başörtülü olduğu için kapıdan çevrilen ve hatta aşağılanan kızların varlığını reddedebiliriz. Kendi ideolojiniz için “Tek doğru budur, oh iyi yapmışlar, iyi ki vermemişler, okumasınlar oturup evde çocuk baksınlar” diyorsanız da lütfen, eşitlik, dmeokrasi, cumhuriyet, kadın hakları gibi tabirleri ağzınıza alıp da inandırıcılığını iyice yitirmeyiniz.Yazıma gelebilecek tepkileri tahmin edebiliyorum. Her küfür etmek istediğinizde yazdıklarımı tekrar tekrar okumanızı salık veriyorum. Başörtülü olmadığı için öğrenciye burs vermeyen bir derneğin karşısında söyleyeceklerinizi düşününüz ve başörtülü olmadığı için öğrenciye burs vermeyen bir derneğe hem teşekkür edip hem de o derneğin ideolojilerini eleştirebildiğimi görünüz. ÇYDD için kurallarını değiştirsin, başörtülülere de burs versin demiyorum. Ya da neden öğrencileri ayırıyorlar diye sormuyorum. Muhafazakar çevreden geldiği için öğrencilere burs veren kuruluşların yanında aksini uygulayıp muhafazakar çevreden gelmediği için öğrencilere burs vermeyen dernekler de var. Her kesime burs veren yerler de var. Benim bu yazıda anlatmak istediğimin bu ayrımcılık olmadığını yukarı yazılanlardan anlamışsınızdır. Şimdi asıl anlatmak istediklerimi 2 madde ile özetleyeyim:1. ÇYDD kendi ideolojisine şeklen uymayanlara burs vermeyen bir dernek olup muhafazakar olmadığı için öğrencilere burs vermeyen derneklerden farklı değildir. Eşitlik, demokrasi, kadın hakları peşinde ilerleyen bir dernek değil; yalnızca KEMALİZM etkisinde hareket eden bir dernektir. Günümüzün KEMALİZM’inin bu üç kavramı da kapsadığını iddia edenlere, dönüp Kemalist dediklerine bir kez daha bakmalarını tavsiye ederim. Varlığına itirazım yok; aksine teşekkürüm var ama derneği büyütüp büyütüp başımın üstüne taç etmeye de kalkmayın. Çünkü yaşananları gözlerimle gördüm.2. ÇYDD’nin yaptığı iyi yardımlar, İÇLERİNDE SUÇLULAR VAR İSE, SUÇLULARI SUÇSUZ HALE GETİRMEYECEĞİ gibi, yaptıkları yanlış uygulamalar da onları SUÇSUZ İSELER SUÇLU HALE GETİRMEYECEKTİR. Ergenekon davasında tutuklanan, evi aranan ÇYDD gönüllülerine ne minnettarlığım yüzünden olumlu ne de kızgınlıklarım yüzünden olumsuz yaklaşıyorum.Bir kadın, çok iyi bir anne olabilir; ama kendi çocuğuna duyduğu aşırı sevgi anneyi, çocuğunun kavga ettiği komşu çocuğuna kötü davranmaya itebilir. Ve siz bunu, o annenin yüzüne bakarak AN-LA-YA-MAZ-SI-NIZ. Kimse anlayamaz.Son olarak belirtmek isterim ki ÇYDD ile ilgili bu bildiklerimi ve anılarımı yazmayı bugüne kadar düşünmemiştim. Bu davada yazılan çizilenleri okuyorum ve okudukça aklıma yaşananlar geliyor. Bu yüzden yazma zorunluluğu hissettim. Ayrıca Türkan Saylan’ın darbe planları yaptığını, darbe yanlısı olduğunu, suçlu olduğunu düşünmüyorum. Ama ortadaki sorunları çözmeye çalıştığını da düşünmüyorum. Sorunlara yaklaşımı “Benim dediğim gibi ol, benim dediğimi yap” şeklinde olduğundan bu sorunların çözümüne katkı sağlamadığını açıkça görebiliyorum. Ergenekon davasında suçluların biran önce belirlenerek suçsuzların aklanmasını temenni ediyorum. Bu yaşananların Sayın Saylan’ın hastalığını olumsuz etkilememesini ümit ediyor ve kendisine acil şifalar diliyorum.Kızlar okusun diye çalışan bütün güzel yüzlü kadınlara selam ederim. Ayrım yapanına da, yapmayanına da AYRIM YAPMADAN teşekkür ederim.
1 Nis 2009
2009 Darwin Yılı (!)
Charles Darwin, kurucusu olduğu “Evrim Teorisi” nedeniyle büyük tartışmalara neden olan bir bilim adamı. Darwin, 200'üncü doğum yılı ve "Türlerin Kökeni" adlı eserinin yayınlanışının 150'nci yıldönümü nedeniyle anılıyor.
Bilim tarihinde çok az bilim adamı O'nun kadar tartışıldı, O'nun kadar üne kavuştu ve O'nun kadar insanın kendisine ve yeryüzündeki yaşama olan bakış açısını değiştirebildi. Çocukluğunda okula pek severek gitmeyen, tıp öğrenimini kan görmeye dayanamadığı için yarım bırakan, daha sonra papaz olmaya karar veren, nihayetinde çocukluğundan beri meraklı olduğu doğa bilimlerinde karar kılan İngiliz biyolog Charles Darwin, bugün bilim ve düşünce dünyasında devrim yaratanlar arasında gösteriliyor.Tutucu bilim ve kilise çevrelerinden tepki
Charles Darwin'in "Evrim Teorisi" hala tartışılıyor.
2009 yılında Darwin ve evrim tartışmaları gündemde biraz daha fazla yer alacak, zira Darwin'in 200'üncü doğum gününün yanı sıra en önemli yapıtları arasında gösterilen “Evrim Teorisi”nin açıklandığı “Türlerin Kökeni”nin yayımlanmasının da 150'inci yıldönümü kutlanıyor.
Darwin, çok sayıda kitabın yanı sıra yaklaşık 7 bin 500 mektup kaleme aldı.2009 yılı boyunca Darwin ve Evrim Teorisi hakkında bir takım etkinlikler de düzenlenecek. Almanya'nın Dresden kentindeki Hijyen Müzesi, doğa bilimci Charles Darwin'in doğumunun 200'üncü yılı nedeniyle 12 Şubat'ta 3 gün sürecek "Bir Eğitmen olarak Darwin" başlığını taşıyan bir konferans düzenliyor. Vatikan’dan “Evrim Teorisi” konferansı Mart ayının başında “Evrim Teorisi” hakkında Vatikan'da da bir konferans yapılacak. Ayrıca, Almanya'da bu vesileyle Darwin hakkında yeni kitaplar da yayımlanıyor. Bunlar arasında, Darwin uzmanları tarafından kaleme alınan evrim teorisine ilişkin kitapları ya da hayatı boyunca yaklaşık 7 bin 500 mektup yazmış olan Darwin'in mektuplarından orijinal örneklerin yer aldığı kitaplar da yer alıyor.
31 Mar 2009
İlk Çemkiri :Finansbank
Çemkirirken çekirdek çitlediğim bir çemkirme olmayacak bu benimkisi ,biraz sinir bozucu ,biraz komik ,biraz da fazla abarttığım bir nevi komedya..
10 Mar 2009
SAN-sür
25 Şub 2009
Bu yıl yedincisi düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 9-15 Mart 2009’da İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi ve İstanbul Modern salonlarında, ardından 20-21 Mart’ta Manisa, 5-6 Nisan’da Urfa ve 11-12 Nisan’da Trabzon’da olacak…
Tema bölümünde bedenimizi mülkiyet, siyaset, şiddet ve savaş alanı yapanlara, bedenimizi yasaklar, yasalar, ayıplar, utançlar, tacizler, dayaklarla zapt edenlere çuvaldızı bol filmler var. Ama aynı bizim de bedenimizi bu zapturapta ve diyet, güzellik, estetik sektörlerine yer yer teslim edebildiğimizi de es geçmeyen bol iğneli filmler var.
22 Şub 2009
Sevin Okyay'dan Oscar yorumları...
Oscar ödülleri belli oluyor. Ödül sezonu iyice hız alıp son durağına yaklaşırken, insanların en fazla merak ettiği şeylerden biri de, Danny Boyle ile filmi "Slumdog Millionaire"in bu yarışın nihayetinde Oscar alıp alamayacakları. Gerçi "The Curious Case of Benjamin Button / Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi" daha fazla sayıda kategoride aday ama, şimdiye kadar kayda değer bir başarı kaydetmediler. "Slumdog Millionaire" ile yönetmeni ise, girdikleri her yarışmadan muzaffer bir şekilde çıktı.Merak edilmeyecek gibi değil. Ama, belki de oyunculuğa çok önem verdiğim için, beni yönetmen ve filmden çok oyunculara ilişkin dört kategori ilgilendiriyor: En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu. İçlerinden bazıları, daha önceki ödül törenlerindeki zaferleri ile öne çıkmış durumda. Eleştirmenlerin seçimlerini göz önüne almıyorum, çünkü o zaman tahminde bulunmak mümkün olmuyor. Başka adaylar ortaya çıkıyor. Örneğin Kadın Oyuncu'da Sally Hawkins (Happy-Go-Lucky) birkaç eleştirmen grubunun seçtiği oyuncu olmuş. Michelle Williams da, !f İstanbul'da izleyeceğimiz "Wendy & Lucie" ile sürpriz yapmış.En İyi Kadın Oyuncu dalının baş favorisi ise, "Revolutionary Road" ve "The Reader" ile Kate Winslet, tabii. İngiliz aktris, "Sense and Sensibility"den beri altıncı kez Akademi Ödülü'ne aday oluyor. Kendisi, şimdiye kadar sunduğu örneklere bakılırsa, ödül kabul konuşması yapma konusunda arızalı. Elleri dört bir yana savrulurken, yaşlı gözlerle ve dağınık bir şekilde ona buna teşekkür ediyor. Özellikle İngiliz gazeteleri onun kabul konuşmalarına takmış durumda. Ne var ki bu durum, Winslet'in En İyi Kadın Oyuncu ödülünün en şanslı adaylarından biri olmasını engellemiyor. Ancak, iki dezavantajı da var. Birincisi, bütün gayretlerine ve yürüttüğü kampanyaya rağmen, Akademi'nin onu "The Reader / Okuyucu" ile En İyi Yardımcı Kadın değil, En İyi Kadın dalında aday göstermiş olması. Oysa Altın Küreciler Winslet'in bu yoldaki ricasını kabul etmişti.İkinci dezavantaj ise, Meryl Streep'in varlığı; daha ziyade, "Doubt"ta Rahibe Aloysius Beauvier rolündeki performansı. Doğrusu Streep'in karakteri insanı etkiliyor. Ama belki de filmin adındaki "şüphe"ye en uzak kişi olduğu için. Biraz dikkat edince/düşününce, oyuncunun aslında filmi başından sonuna kadar bir maskeyle götürdüğünü fark ediyorsunuz. Karakter de buna müsait. Winslet ise, hem "The Reader"da, hem de "Revolutionary Road"da incelikli, nüanslı performanslar sunuyor. (Ben şahsen ilkini terchi ederim.) Ne var ki, aktörler, 1131 üyeyle Akademi'nin en kalabalık grubunu oluşturuyor (yüzde 22), kendi meslek kuruluşları SAG da, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü Streep'e verdi. Ne var ki, Winslet de o listede "The Reader" ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde yer alıyordu ve o da kendi dalında ödüle kavuştu. Bakalım aynı dalda kapıştıklarında sonuç ne olacak? Rahibe Aloysius, Akademi'nin sevdiği türde "özürlü" bir karakter, Streep'in abartılı tek telden oyunu onlara cazip gelebilir diye düşünüyorum. Öte yandan, "Rachel Getting Married"i izlemiş olanlar, Anne Hathaway'den bir sürpriz beklenebileceğini söylüyor.En İyi Erkek Oyuncu dalında da benzer bir rekabet durumu var. Bu sefer, "The Wrestler" ile dört dörtlük bir geri dönüş gerçekleştiren Mickey Rourke ile "Milk"te nefis bir Harvey Milk kompozisyonu çizen Sean Penn arasında. Rourke, şampiyonluk günlerini geride bırakıp emekliye ayrılmış pankreascı Randy "The Ram" Robinson'ın geri dönüşünde hayli inandırıcı. Bıçak sırtı cazibesine uzun yıllar hayran kaldığımız aktör, son filminde fizik olarak çok farklı bir tip çiziyor. Bu da Akademi üslubunda bir karakter diyeceğiz ama, hatırlarsanız Altın Küre de aldı. Belki en doğrusu, izleyenleri kolayca etkileyen türden bir rol demek. Gerçi Rourke (sonradan temsilcisi yalanlasa da), gazetecilere "Sean'u izledim, olmamış" gibilerden bir demeç verdi ama, Sean Penn'in "Milk"teki oyunu mukayese kabul etmez. Kendisi için bile kalburüstü ki, Penn, gördüğümüz en iyi aktörlerden biridir. "The Visitor"daki Richard Jenkins gibi, o da sade, sessiz bir oyun tutturmuş. Rourke'u daha şanslı buluyorum ama gönlüm Penn'den yana. Bu arada, adaylıkta kalacağını düşünsem de, Frank Langella'ya da kusursuz Nixon'ı için hürmetler. Kendilerini otuz yıl öncesinin Kont Drakula'sı olarak da hâlâ hatırlarız. Gelelim yardımcı oyunculara: Heath Ledger, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinin favorisi gibi görülüyor. Josh Brolin, "Milk"teki Dan White rolüyle bir-iki yerde Joker'in önüne geçti ama, tören sezonunun başından beri hemen hemen herkes Heath Ledger'a gıyabında ödüller veriyor. Bence öldüğü için değil, gerçekten çok iyi oynadığı için. Yönetmeni Chris Nolan da, onun senaryoda yazılı olanlardan yepyeni bir Joker karakteri yarattığını söylüyor. Nicholson'a selam olsun! Robert Downey Jr. ise, nefis kompozisyonuna rağmen bir komedide oynamanın ceremesini çekecek bence. Ödül gediklilerinden Philip Seymour Hoffman da, en çok oyuncunun aday olduğu filmde oynamanın kurbanıdır belki. Aslında herkesi olağanüstü performanslara alıştırdığı için sadece "iyi" oynaması yetmiyor artık. Aynı filmle, "Doubt"la aday olan diğer iki kişiye, Amy Adams ve Viola Davis'e gelince, ilki daha vakti varmış gibi görünüyor ama, daha çok dizilerde oynamış Davis, kısa rolünde tek kelimeyle harikulade. Gene de, "Viky Cristina Barcelona"da yırtıcı bir oyun çıkarmış Penelope Cruz'un ya da belki Marisa Tomei'nin ödüle daha yakın olduklarını düşünüyorum. Akademi, coşkusu ve isyanı içinde bile ölçüyü elden bırakmayan ekonomik oyuncuları sevmez pek. Belki de en heyecanlısı, birkaç branşta favorilerin dışındaki adayların Oscar'a kavuşması olur.
Bakalım hayatın neredeyse her adımındaki yarışlar gibi bu şaşalı bol ödüllü ve seyircili yarışın kazananları kim olacak...
Medyanın son (!) kurbanı : Jane GOODY
Medyanın bu sınır tanımaz, aşağılık ve de kabullenilemez davranışları ne gariptir ki (!) bazı çevreler tarafından etik olup, olmadığı konusunda tartışmaların başlamasına neden olmuş...
Burada sorun kim de ya da nerede ? Bir insanın yaşamının son anları ve de hastalığı ile boğuştuğu zor anları nasıl olur da para ile satılabilir hale gelebilir ?
Etik olup, olmamasından da öte bu sanki APAÇIK BİR İNSANLIK SUÇU.
Yaşam ne zamandan beri sterlin ile ifade edilir olabildi ya da bir i-Phone ile ?
Bu ve benzeri şeylere sahip olabilmek için bu kadar küçülebiliyor muyuz ?...
!f İstanbul Başlıyor !
Ayrıca festival süresi boyunca her gün hem internet vasıtasıyla hem de basılı olarak ulaşabileceğiniz festival günlük gazetesini !FZINE çıkarıyor !
Daha da fazlası yarışma kapsamında uluslararası jüri “sinemada cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik” kriterleriyle “İlham Veren Yönetmen”i seçecek.Ve bu şekilde Türkiye'deki genç yönetmenler teşvik edilmiş olacak (!)
Festival boyunca blogu sayesinde de her gün güncellenen bilgileri, haberleri, gelişmeleri takip edebilirsiniz. http://blog.ifistanbul.com/
Peki bu ve benzeri gerçekleşen veya gerçekleşecek olan festivaller halka yani aslında Türkiye toplam nüfusunun kaçta kaçına ulaşabiliyor ? Tabiki bu yıl internet kaynaklı bilgiye ulaşımın arttırılması ile internetin geniş erişim ağından faydalanılmaya çalışılmış ama bu durum ne kadar etkili ? Yani istatistiksel olarak Türkiye'de kaç genç internet imkanlarından yararlanabiliyor ? Yararlansa bile SİNEMA onlar için ne ifade ediyor ? Farkındalıkları geliştirerek, algıda fazlaca seçici olmamamızı sağlamak açısından, yani belki de bir anlamda bu gibi sanatsal aktivitelere olan kulak dolgunluğumuzu arttırmak açısından önemli. Daha tanıdık gelsin, daha bildik hissedelim...
Festival ile ilgili detaylı bilgi için http://2009.ifistanbul.com/
21 Şub 2009
Vatan-daşlar,ruh-daşlar,fiş-daşlar...
Üç sıra önümde bir Ermeni oturuyor, demek hala Ermeniler kalmış bu memlekette, silememişiz hepsini, kovalamışız kendi evlerinden, valla doğrusu bir şey yaptığını görmedim; ama Ermeni asıllı olması başlı başına kabahat değil mi öğretmenim, TUT-A-Lİ-TUT. Arka sıralarda oturan şu kadın feministmiş öğretmenim, memnun değilmiş toplumsal, kültürel ve kurumsal düzeyde tıkır tıkır işleyen ataerkillikten, cinsiyetçilikten, Güldünya isimli bir kadın öldürüldü diye tepki duyuyormuş , ona ne oluyorsa, TUT-A-ALİ-TUT.
En öndeki öğrenci yazar mı, şair mi, kalem ehli imiş öğretmenim, hayal kurabilmek istiyormuş, kursun kurmasına da kendisine saklasın hayallerini, yok illaki yazacak, kaleme alacak, hayalleri sakıncalı, TUT-A-Lİ-TUT. Bir de şuradaki akademisyeni gözüm tutmuyor öğretmenim, entelektüel toplum yukarıdan aşağı değil aşağıdan yukarıya akmalı, tepeden inme kurallarla değil sivil toplumda harekete geçen kişisel ve kolektif dinamiklerle yenilenmeli, değişmeli, demokratikleşmeli diyormuş öğretmenim, TUT-A-Lİ-TUT…
Hepsini yakaladım tuttum öğretmenim, fişlerime yazdım teker teker isimlerini, cisimlerini. Ama hala varlar. Ne kadar çoklar. Neyse ki çok olduklarının farkında değiller. Çünkü birbirlerini dinlemekten acizler. Olanca güçlerini birbirlerini dinlemekten acizler. Olanca güçlerini birbirlerini didiklemeye ayırmaktalar öğretmenim. Sol görüşlü öğrenci türbanlı kız ile, sağ görüşlü gazeteci bir feminist kadın ile hiçbir ortak noktası olamayacağına körü körüne inanmış, birbirlerini karalamakla meşguller. Ben bunları tutmasam da olur öğretmenim. Nasıl olsa birbirlerine dil uzatmaktan fırsat bulup da ortak noktalarını, ezilmişlik paydalarını konuşmaya, o ortak payda üzerinde yükselerek sistemi beraberce dönüştürmeye, demokratikleştirmeye ve sadece vatan-daş değil, aynı zamanda fiş-daş da olduklarını görmeye zaman bulamayacaklar.
BI-RAK-A-Lİ-BI-RAK… TUT-MA-SAN-DA-O-LUR…
Elif ŞAFAK (Med-Cezir Yazıları)